Nilgün Yalım Eren
Sahip Olmak ya da Olmak (3.Bölüm)
Erich Fromm (1900-1980)
Almanya doğumlu Amerikalı antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist olan Fromm’un bu kitabı dünyanın ve insanın içinde bulunduğu durumu çok iyi tespit ediyor ve bu bunalımın nedenlerini çözümleyerek bizlere çağın anahtarını veriyor. Gelecekte var olmayı sürdürebilmemiz ve insan soyunun yeniçağa ayak uydurabilmesi için tek bir yol, tek bir seçenek vardır:”Sahip Olmak’tan, Olmak’a geçmek.”
3. Eski Ahit’te, Yeni Ahit’te ve Meıster Eckhart’ın Yazılarında “Sahip Olmak” ve “Olmak
Eski Ahit’in ana konularından biri
“Senin olan her şeyi terk et, kendini bütün zincirlerden kurtar, ol”
İbrani kavimlerinin öyküsü, ilk Hz. İbrahim’in ülkesini terk etmesi ile başlar: “Memleketinden, akrabanın yanından ve babanın evinden sana göstereceğim ülkeye git.” Diye emreder ona Tanrı. Hz. İbrahim sahip olduğu her şeyi, ülkesini, toprağını ve ailesini terk ederek bilinmezliğe yola koyulur. Ancak ondan sonra gelenler yeni bir yere yerleşirler ve hısımlık ruhu gelişir. Bu süreç, onları zorlu tutsaklık yıllarına götürür ve Mısır’da zengin ve güçlü hale geldikleri için tutsaklığa düşerler. Tanrı düşüncesini yitirip putlara tapmaya başlarlar.
İkinci kahraman Hz. Musa’dır. O’da Tanrı’dan, halkını kurtarma görevini almıştır. Onları Mısır’da esaretten alıp çöle götürecektir. Ancak İbrani halkı isteksizce, hatta kötü niyetler besleyerek liderlerini izler ve çöle varır.
Çöl adeta bu özgürleşme hareketinin sembolik bir anahtarıdır. Orası bir yurt değildir, şehirler ve zenginler yoktur. Sadece yaşamları için gereken şeyleri bulunduran göçebeler vardır. İbraniler ise hep Mısır’daki sağlam evleri, kötü ama garantili yemekleri ve görebildikleri putları özlemişlerdir. Tanrı, onları sabah ekmek, akşam da bıldırcınla besleyeceğini söylemiş ve herkesin yemekten sadece ihtiyacı kadarını almalarını emreder ve ertesi güne saklamalarını yasaklar. Ancak birçoğu yiyeceklerini ertesi güne saklar ve bunlar kurtlanıp kokunca Hz. Musa çok öfkelenir.
İbraniler bir şeylere sahip olmadan yaşamaya daha fazla dayanamazlar. Hz. Musa Tanrı ile görüşmeye dağlara çıktığında kardeşi Harun’a giderler ve bir put yapmasını isterler. Böylece “Altın Buzağı” yapılır.
Hz. Musa’nın kavminden sonra gelen nesil, yeni bir ülkeyi alarak oraya yerleştiler ve yeniden putlara tapmaya başladılar. Demokratik kabile yaşamları, oryantal bir despotizme dönüşmüştü. Yani devrim başarısızlığa uğramıştı. Tek değişen, İbranilerin artık köle değil efendi olmalarıydı.
Peygamberler ve devrimci düşünürler, özgürlük vizyonunu, sahip olma tutkusunun getirdiği bağlılıklara üstün tutmuşlar ve insan eliyle yapılmış putlara tapınmayı şiddetle eleştirmişlerdir.
“Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Kendinize gökte hazineler biriktirin”
Tüm İncillerde ana fikir olarak, insanın tüm açgözlülüklerden sıyrılmasının ve mülkiyet arzusunun yıkılmasının gerektiği işlenir. Zenginleşme eğiliminin tehlikesine karşı dindarlar uyarılır. İnsanın “sahip olmak” ilkesine göre hareket etmesinin yanlış olduğu vurgulanır.
Hz. İsa ile şeytanın öyküsünde, çölde kırk gün oruç tutup da acıkmış olan Hz. İsa’ya şeytan “Tanrı’na söyle bu taşlar ekmek olsun” deyince; Hz. İsa “İnsan yalnızca ekmekle değil, Tanrı’nın ağzından çıkan bir sözle de yaşar” diye cevaplar. Bunun üzerine şeytan eğer kendisine iman ederse, ona doğaya egemen olacak ve onu dünya krallığına ulaştıracak sınırsız güçler vereceğini vaat eder. Ama Hz. İsa buna kulak asmaz.
Burada Hz. İsa ve şeytanın iki ayrı ilkeyi temsil ettiği bellidir. Şeytan maddesel tüketimin, insana ve doğaya egemen olmanın, yani “sahip olmak” ilkesinin temsilcisi iken, Hz. İsa “olmak” ilkesinin bir bedenlenmesi ve bunun için “hiçbir şeye sahip olmamak” gerekliliğinin sembolüdür.
Klasik Budizm de Eski ve Yeni Ahit’ten daha güçlü bir biçimde sahip olmaya ve ihtirasa karşı bir tavır alır. Budizme göre her türlü ihtirastan arınmak gerekmektedir. Hatta insan, kendi benliğine sahip olmayı bile düşünmemelidir. Geçici olan her şeye, dahası mükemmelliğe ulaşmaya bile bir tutku olarak istek duymak, ona ulaşmayı engeller.
Malların kökende ortak bir kökenden çıktığını savunan Anadolu’lu Basillius şöyle söylemiştir: “Bir kimse diğerinin üzerindeki elbiseyi alacak olsa, ona hırsız denir. Peki, elinde imkanı varken bir fakiri giydirmeyen kimseye ne ad verilmeli?”
Kutsal Kitaplar zamanından beri dünya, şeytanın gösterdiği yolda ilerlemiştir. Ama şeytanın bu zaferi bile, insanların içindeki “olmak” ilkesine ulaşma özlemini bir türlü yok edememiştir.
Eckhart (1260-1327)
“İnsanlar ne yaptıklarını değil, daha çok ne olduklarını düşünmelidirler.”
Bir teoloji bilgini ve Alman mistisizminin en önemli kişiliği olan Eckhart’a göre içsel fakirlik “Hiçbir şey istememek, hiçbir şey bilmemek ve hiçbir şey olmamaktır.” Hırs, ihtiras ve bencillik kökenli bir “sahip olmak” isteği sevincin değil, acıların kaynağıdır.
Ona göre Tanrı’yı tanımak, O’nu sevmekten daha iyidir. Çünkü sevgi, arzuyu ve amacı beraberinde getirir. Oysa tanımak, bir düşünce değildir. Tüm kılıfları atıp “ilgi ve istekten” arınıp, çıplak bir biçimde Tanrı’ya koşmak, O’na değmek ve O’nu anlamaktır.
Eckhart, “insan kendi bilgisinden sıyrılmış olmalıdır” derken, bununla insanın bildiklerini değil, bildiğini bilmesini unutmasını istiyor. Yani kişi bilgisini, sahip olduğu bir mal gibi görme ve bununla özdeşleşerek, bir güven duygusuna kapılma hatasına düşmemelidir. Bilgi bizi kendisine köle kılacak bir dogma haline dönüştürülmemelidir. Aynı şey diğer sahip olunan metalar için de geçerlidir.
İnsan bütün içsel ve dışsal nesnelerden ve işlerden arınmalı, öylesine bağımsız ve boş olmalıdır ki, Tanrı’nın evi haline gelebilsin. Bağımsızlığın anlamı, mallarımıza, yaptığımız işlere bağlanmamak, onların esiri ve tapınıcısı olmamaktır.
Yaşamın ağırlığı “iyi olmak” üzerine toplanmalıdır ne yapıldığı ya da ne kadar çok yapıldığı üzerinde değil.
Eckhart’ın anlayışına göre “olmak” deyince akla, yaşam, canlılık, doğum, yenilenme, akmak, verimlilik, etkinlik gibi şeyler gelir. Böyle bakıldığında “olmak”, “sahip olmak”ın yani bencilliğin karşıtıdır. Eckhart aktif olmayı ticari kavramdan daha çok “kendi dışına taşmak” olarak değerlendirir. Bunu “pişmek süreci”, “kendi kendine doğurmak” veya “kendi içinden taşan ve benliğine akan şey” olarak tanımlanabilir.
Kaynak: Erich Fromm/Sahip Olmak ya da Olmak/Say Yayınları/İstanbul, 2019