Nilgün Yalım Eren
Sahip Olmak ya da Olmak (5.Bölüm)
Erich Fromm (1900-1980)
Almanya doğumlu Amerikalı antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist olan Fromm’un bu kitabı dünyanın ve insanın içinde bulunduğu durumu çok iyi tespit ediyor ve bu bunalımın nedenlerini çözümleyerek bizlere çağın anahtarını veriyor. Gelecekte var olmayı sürdürebilmemiz ve insan soyunun yeniçağa ayak uydurabilmesi için tek bir yol, tek bir seçenek vardır:”Sahip Olmak’tan, Olmak’a geçmek.”
II.BÖLÜM
İki Varoluş Biçimi Arasındaki Temel Farklılıkların Çözümlenmesi (Devam)
2-Olmak Nedir?
“Sahip olmak” nesnelere ilişkindir ve tanımlamak kolaydır. “Olmak” ise yaşantılara, duygulara ve içsel süreçlere dayandığı için, tanımlanması zor hatta imkansızdır. Kişinin karakteri, davranış biçimi ve yaşam anlayışı üzerine pek çok şey söylenebilir. Ancak o kişinin tüm benliğini ve öyle oluşunu kavramak mümkün değildir. Kişiler kendi parmak izleri gibi farklıdır ve çeşitlidir. Mona Lisa’nın gülümseyişi üzerine sayfalarca yazı yazabiliriz ama o gülücüğü sözcüklerle tam olarak yakalayamayız. Aslında herkesin gülümseyişi Mona Lisa’nınki kadar bir kereliktir ve tanımlanamaz.
Bir insanın gözlerinde beliren parıltıda, yürüyüşünde, ses tonunda oluşan değişmelerde beliren sevincini, nefretini, ilgisini, hayranlığını veya kendini beğenmişliğini sözcüklerle tanımlamak ya da tam olarak anlatmak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır.
Aktif “Olmak”
“Olmak” ilkesinin en belirgin özelliği aktivitedir. Ancak bu içsel bir aktivitedir. Kişinin herkeste farklı olan özelliklerini ve insancıl zenginliklerini değerlendirerek, onları geliştirmesi demektir. Kendini geliştirmek, sevmek, insanlara yönelmek, onlarla iş birliği yapmak ve vermek demektir.
“Olmak”ı en iyi şu düşünce anlatır: Mavi bir camı, mavi dışındaki renkleri yansıtmadığı için “mavi” diye tanımlarız. Verdiğimiz ad sahip olduklarına değil, dışa yansıttığına bakılarak yakıştırılmıştır.
Aktivite ve Pasivite
“Olmak” aktivite yeteneği anlamına gelirken, pasivite de olmayı engelleyen bir durum olarak ortaya çıkar.
Modern dillerde aktivite denilince, enerji kullanımı sonucunda, görülebilir bir etki yaratan davranış biçimi anlaşılmaktadır. Bu durumda, tarlasını işleyen çiftçi, fabrikada çalışan işçi, hastalarını muayene eden doktor vb. aktif olarak nitelendirilebilir. Ancak bir insanın köle olması nedeniyle bazı işleri yapmaya zorlandığı için mi, yoksa korktuğu için mi aktiviteye yöneldiği konusunda bir ayırım yapılamaz. Bununla beraber, işinden tatmin duyan bir yazar, bir bilim insanı ile işini sevmeyen bir işçi veya postacı arasında da bir fark görülemez.
Bir Gerçeklik olarak “Olmak”
“Olmak” kavramının iyi anlaşılabilmesi için, onu dış görünüş ile de karşılaştırmak gerekir. İyi niyetli görünmeme rağmen, bu gerçek duygularımı örten bir maskeyse, cesur görünürken aslında korkaksam, ülkemi seviyor görünsem de aslında sevmiyorsam beni bu davranışlara iten gerçek nedenler ve güdüler tam bir çelişki halinde demektir. Yani davranışlarım ile karakterim birbirini tutmamaktadır.
Özetleyecek olursak, “olmak” çarpık ve yanıltıcı görüntülerin karşıtı olan gerçekliktir.
Vermek, Paylaşmak ve Fedakarlık Yapmak
İnsanın doğasında “sahip olmak” ile “olmak” eğilimleri birlikte bulunurlar. İnsanlarda doğumla birlikte getirilen ve en derinde yatan istek, “olmak” eğilimidir. Yeteneklerimizi yönlendirmek, aktif olmak, başka insanlara ilgi duymak ve benlik kafesinin kapılarını açmak, olmak eğiliminin göstergeleridir. Bu yargıyı doğrulayacak pek çok kanıt bulunmaktadır. D.O. Hebb sorunun özünü şöyle formüle etmiştir.
“Davranış bilimlerinin sorunu, aktivitenin değil, aktif olamayışın (pasivitenin) açıklamasını bulmaktır.” Bu tezi kanıtlayacak altı nokta şöyle açıklanabilir:
1-Birçok hayvan türü, bir mükafat vaadi olmadan çeşitli zor işlere girişir.
2-Sinir hücrelerinde bir aktivitenin yerleşik olduğu ortaya çıkmıştır.
3-Küçük çocuklar, bazı kompleks dürtülere tepki gösterme ihtiyacı içindedir. Bu yeni gelişme, Freud’un küçük çocuğun dıştan gelen her türlü dürtüyü bir tehdit olarak algıladığı ve buna karşı koyabilmek için saldırganlığını kullandığı yolundaki varsayımına da ters düşmektedir.
4-Öğrenme psikolojisi konusundaki araştırmalara göre, öğretilen konu cansız ve sıkıcı bir şekilde anlatıldığında, öğrenciler “tembel” olma eğiliminde olmaktadır. Ancak aynı öğrenciler, ilgi çekici sunulan aynı derse “çalışkan” ve ilgi dolu bir tepki göstermektedir.
5-Çalışma psikolojisi de bu konuda iyi bir örnektir. E.Mayo’nun klasikleşen deneyindeki gibi, sıkıcı bir işte çalışan işçiler bile, onların ilgilerini uyandıran, yaşamı seven, neşeli bir adamın yürüttüğü bir deneye katıldıklarını öğrenince, işlerine ilgi ve istekle sarılmaktadır. Amerika ve Avrupa’da birçok fabrikada yapılan deneylerle de bu kanıtlanmıştır.
6-İnsanların kendilerini bir amaç uğruna kurban etmeye hazır olmadıkları düşüncesi yanlıştır. Özellikle vatanları ve aileleri söz konusu olduğunda çoğu insan canını feda etmeye hazırdır.
Vermek ve paylaşmak ile başkaları için fedakarlık yapmaya doktorlar, hemşireler ve din adamları arasında daha sık rastlanır. Ancak bu meslekler arasında bile bu düşüncelere yalnızca sözlerinde yer verenler de çoktur.
Karşılık beklemeden vermek, bir şeyler hediye etmeye hazır olmak, o kişinin gerçekten sevgi dolu olduğunun bir kanıtıdır. Birçok insanın, özellikle gençlerin varlıklı ailelerindeki lükse ve bencillik ortamına dayanamadıklarını okuyoruz. Ailelerinin “istedikleri her şeyleri var, diğerlerini de elde edebilirler” demelerine rağmen, gençlerin onların bu içe kapalı ve ölü yaşamlarına isyan etmeleri ilginç bir çelişki oluşturmaktadır. Bu tür davranışların ilk örneklerini, Roma İmparatorluğu dönemindeki zengin ailelerin, kendilerini fakirlik ve sevgi dinine adayan çocuklarında görüyoruz. Ayrıca bir prens olarak yetişen Buda’nın her türlü eğlence ve lükse sahipken, sahip olmak ile tüketmenin kendisini mutlu etmediğini fark edip saraydan ayrılması da bu konuya iyi bir örnektir.
Maalesef, tam “sahip olmak” veya tam “olmak” biçiminde davranan insanlar çok azınlıktadır. Çoğunlukla her iki öğe beraber bulunmakta ve hangisinin bastırılıp, hangisinin öne çıkacağı da çevresel etkenler tarafından belirlenmektedir. Ancak olumsuz güdüleri destekleyip beslemediğimiz sürece, olumlu güçler gelişip filiz vereceklerdir.
Özetle, insan türünde vermek, paylaşmak ve fedakarlık yapma duygularının böylesine yaygın ve yoğun olması şaşırtıcı değildir. Asıl şaşırtıcı olan, bu büyük ihtiyacın nasıl bastırıldığı ve bireysel çıkarı ele alan endüstri toplumlarında dayanışma duygusunun nasıl ikinci plana itildiğidir. Bunun açıklaması ise, maalesef toplum dışına atılmaktan ve yalnız kalmaktan korkan bireylerin, kendilerini bu çoğunluğa uydurmak zorunda hissetmeleridir.
Kaynak: Erich Fromm/Sahip Olmak ya da Olmak/Say Yayınları/İstanbul, 2019.