Nilgün Yalım Eren
Sahip Olmak ya da Olmak (4.Bölüm)
Erich Fromm (1900-1980)
Almanya doğumlu Amerikalı antropolog, sosyal felsefeci, tarihçi ve psikanalist olan Fromm’un bu kitabı dünyanın ve insanın içinde bulunduğu durumu çok iyi tespit ediyor ve bu bunalımın nedenlerini çözümleyerek bizlere çağın anahtarını veriyor. Gelecekte var olmayı sürdürebilmemiz ve insan soyunun yeniçağa ayak uydurabilmesi için tek bir yol, tek bir seçenek vardır:”Sahip Olmak’tan, Olmak’a geçmek.”
II.BÖLÜM
İKİ VAROLUŞ BİÇİMİ ARASINDAKİ TEMEL FARKLILIKLARIN ÇÖZÜMLENMESİ
1. İnsanı “Sahip Olmak” Davranışına Yönelten Nedir?
“Sahip Olmak” Güdüsünün Temeli: Kazanç Toplumları
Varlığı özel mülkiyet, kar ve iktidar üzerine kurulu bir toplumda yaşıyoruz. Bu nedenle düşüncelerimiz ve değer yargılarımız önceden belirlenmiş gibidir. Endüstri toplumlarındaki bireylerin en kutsal ve en doğal hakları, kazanç, mal-mülk sahibi olmak ve bunları elde etmek için çalışmaktır diyebiliriz. Böylesi bir durumda mülkiyetin nereden ve nasıl geldiği önemli olmadığı gibi, onun nasıl kullanıldığı da kimseyi ilgilendirmez. Mülkiyetin bu biçimi “özel mülkiyet” olarak adlandırılır. Latincedeki “privare” (soymak, yağma etmek, zorla ele geçirmek ya da başkalarını mahrum bırakmak) sözcüğünden türetilen “özel mülkiyet” kişiyi o malın tek sahibi ve efendisi kılmakta ve diğer insanların ondan yararlanmalarını kısıtlamaktadır.
Ama insanların çoğu hiçbir şeye sahip değillerdir. Ancak yine de mal kazanmak, elde etmek ve saklamak tutkularını geliştiriyorlar. Öncelikle az bir şeye sahip olan insanlar da kendi varlıklarına, zenginlerin sermayelerine düşkün oldukları kadar tutkuyla bağlılar. Burada asıl haz, maddi varlıkları değil, canlı varlıkları mülkiyet altına almaktan doğar. Ataerkil toplumlarda en fakir adam bile en azından eşinin, çocuklarının ve hayvanlarının mülkiyetini elinde tutar ve kendisini onların efendisi olarak görürdü. Olabildiğince çok çocuk sahibi olmak hem işgücü hem de sermaye birikiminin tek yoluydu.
Mülkiyete olan bağlılık 1.Dünya Savaşı’ndan sonraki on yıl içinde ortadan kalkmış gibiydi. “Eski güzeldir!” sloganı ile herkes tutumlu olma eğilimindeyken daha sonraki yıllarda bu anlayış değişmiştir. Günümüzde ise “kullan, tüket ve at” düşüncesi hakim olmuştur. Yeni bir şey, otomobil, elbise veya teknolojik bir araç alındıktan bir süre sonra, sıkılan kişi piyasadaki yeni modellere sahip olma tutkusu ile yanıp tutuşmaya başlar.
Günümüzde kişi, ilişkide olduğu insanlara karşı da sahip olma eğilimi ile doludur. Doktordan, dişçiden, avukattan ve işçiden bahsederken, “benim doktorum, benim dişçim, benim avukatım ve benim işçim” demektedir. Bunun dışında eşyalar, hatta duygular bile bir mülkiyet kapsamı içinde anlatılır. “Benim hastalığım, benim duygularım, benim ameliyatım” vb.
Buna benzer şekilde fikirler, inançlar ve alışkanlıklar da kişilikten ayrı tutularak sahip olunabilir mülkiyetin bir parçası gibi görülmektedir. “Benim düşüncem, benim inancım, benim yemeğim, benim kahvaltım” vb.
Günümüzde gözlemlediğim bir nokta, “sahip olmak” ilkesinden “olmak” ilkesine yönelmek isteyen gençlerin ve yaşlıların sayısının azımsanmayacak şekilde büyük boyutlara ulaştığıdır. Bu çaba içinde olan bireyler tarihsel bir görevle karşı karşıyadırlar. Tarihte birçok kez, toplumların ilerideki yönelişlerini belirleyen küçük gruplar ve azınlıklar çıkmış ve dünyanın geleceğini belirleme görevini üstlenmişlerdir.
“Sahip Olmak” Güdüsünün Yapısı
Elde olanı tutma eğilimindeki “sahip olmak” güdüsü diğer bütün isteklerin önüne geçer. Böyle bir davranış Budizm’deki “ihtiras” ya da semavi dinlerdeki “açgözlülük” le eşanlamlıdır.
İnsan her şeye sahip gibi gözükse de gerçekte hiçbir şeye sahip değildir. Çünkü bir nesneye sahip olmak, onu saklamak ya da denetlemek, yaşam sürecinin belirli ve kısa alanları ile kısıtlıdır. “Sahip olmak” davranış biçimi, özneler ile nesneler arasındaki ilişkiyi ölü bir ilişki haline getirir ve hem nesneleri hem de özneleri birer “şey” yapar.
Sahip Olmak-Şiddet-İsyan
Tüm canlılar etkiye tepki ile karşılık verirler. Bu tepkiyi kırabilmek için bilinçli ya da bilinçsiz, fiziksel ve ruhsal şiddete ihtiyaç duyarlar. Cansız varlıklar böyle bir şiddet karşısında atom yapılarında yer alan enerjinin etkisiyle fiziksel yapılarını değiştirirler. Fakat cansız varlıklar kullanılmalarına hiçbir tepki göstermezler. Canlı varlıklara yapılarına ters baskı yapılması ve şiddet uygulanması ise büyük tepkilere yol açar.
Ama dünyamız bir engellenmeler dünyasıdır. Bebekten çocuğa, gençten yaşlıya hemen herkesin bilgiye, gerçeğe ve bazı şeylere ulaşma istekleri kısıtlanmaktadır. Yetişkin insanlar, içlerinden gelen gerçek arzu ve isteklerini terk etmeye zorlanıp, toplumda kabul gören düşünce ve kalıplara sokulmak istenirler.
Toplumun ve onun en küçük birimi olan ailenin aşmak zorunda olduğu sorun şudur:
“Bir insanın isteklerini ona fark ettirmeden nasıl kırar ve istediğimiz yönde değiştirebiliriz?”
Bu güç sorun armağanlar ve cezalar düzeni ile çözümlenmektedir. Hatta pek çok insan kendi istekleri doğrultusunda davrandığını sanırken aslında yönlendirildiğinin farkında bile olmaz.
“Sahip Olmak” Güdüsünü Destekleyen Diğer Etkenler
En önemli etkenlerden biri “dil” dir. Her insanın bir adı vardır (gelişmeler bu düzeyde giderse, belki yakında hepimizin bir numarası olacak) ve bu ad bizde, o insanın ölümsüz olduğu hayalini uyandırır. Ad insanla eşdeğer olmuştur. Diğer isim sözcüklerinin de işlevi hemen hemen aynıdır. “Sevgi, nefret, sevinç, vb.” dediğimizde, sanki elle tutulabilir maddelerden söz ediyor gibiyizdir.
Sahip olmak ihtiyacını destekleyen diğer etken, yaşama arzusudur. Bedenimiz, ruhsal durumumuzdan bağımsız olarak sürekli bir “ölümsüzlük” arzusu ile doludur. İnsan, sahip olduğu şeylerin yok olmazlığı inancı ile kendi ölümsüzlüğünü sağladığını düşünür.
İnzivaya Çekilmek ve Ekonomik Eşitlik
Politika ve ahlak konusundaki tartışmalarda karşımıza “sahip olmak mı, sahip olmamak mı?” sorusu çıkar. Sorunun cevabına dinsel açıdan bakınca, inzivaya çekilmek ile eğlence ve sınırsız doyuma açık bir hayat arasındaki seçim karşımıza çıkar. Her şeyden vazgeçmeyi ve tüm istekleri yok etmeyi savunan inziva, aslında çok güçlü bir sahip olma ve tüketme arzusunun diğer yüzüdür.
Herkesin aynı ve eşit mal varlığına sahip olmasını savunanlar içlerindeki sahip olma tutkusundan kurtulamayıp, bunu eşitlik ideali ile gizlemektedirler. Bu isteklerinin gerisinde de kıskançlık güdüsü yatmaktadır. Bir başkasının kendisinden çok şeye sahip olmaması gerektiğini ileri süren her kişi, bu yolla içinde duyduğu kıskançlığı örtmekte, onu bastırarak kendisi ve çevresi için bir tehlike olmamasına çalışmaktadır.
Eşitlik, eldeki tüm maddesel varlıkların herkese aynı oranda dağıtılması değildir. Çeşitli sosyal sınıfları yaratan ve bu sınıflarda farklı insancıl deneylerin yaşanmasına yol açan gelir farklılıklarının düzeltilmesidir.
Yaşayabilmek İçin “Sahip Olmak” Zorunluluğu
İnsanın varlığını devam ettirebilmesi için de bazı şeylere sahip olması gerekir. Bedenimiz, yiyeceklerimiz, evimiz, giysilerimiz ve temel ihtiyaç malzemelerimiz işte bu türdendir. Böylesi bir sahip olmak normal bir olaydır. Yaşam gerekliliğinden doğan “sahip olmak” “olmak” ilkesi ile çelişmez.
Kaynak: Erich Fromm/Sahip Olmak ya da Olmak/Say Yayınları/İstanbul, 2019.