Prof. Dr. Ali Rıza Büyükuslu
Büyüme Rakamlarının Ardındaki Gerçek
Ekonomik büyüme, modern iktisat literatüründe ülkelerin performansını ölçmede en çok kullanılan göstergelerden biridir. Gayrisafi Yurtiçi Hasıla (GSYH) ve kişi başına gelir artışı, çoğu zaman toplumun refahının arttığına dair bir kanıt gibi sunulmaktadır. Ancak bu göstergelerin, toplumsal refahın ve adil gelir dağılımının gerçek seyrini açıklamakta sınırlı kaldığı uzun süredir bilinmektedir. Halkın geniş kesimlerinin yoksullaştığı, orta sınıfın daraldığı, istihdamın zayıfladığı koşullarda “yüksek büyüme” söylemi, çoğu zaman bir başarı göstergesi olmaktan çok, siyasal meşruiyet ve algı yönetimi aracına dönüşmektedir.
Kavramsal Çerçeve: Büyüme ve Kalkınma Ayrımı
Büyüme (growth), üretim hacmindeki niceliksel artışı ifade ederken; kalkınma (development), gelir dağılımındaki adalet, toplumsal hakların genişliği, eğitim ve sağlık hizmetlerine erişim, çevresel sürdürülebilirlik gibi daha nitelikli göstergeleri kapsar. Dolayısıyla büyüme kalkınmanın bir ön koşulu olsa da tek başına yeterli değildir. Yüksek büyüme oranları, kalkınma göstergeleriyle desteklenmediğinde “refah yanılsaması” yaratır.
Adaletsiz Gelir Dağılımı ve Yoksulluk Üzerine Kurulu Büyüme
Gelir eşitsizliği: Türkiye’de 2024 itibarıyla Gini katsayısı 44,8 düzeyindedir; bu OECD ortalamasının oldukça üzerindedir. En üst %20 gelir grubu toplam gelirin yaklaşık yarısını alırken, en alt %20 sadece %6’sını almaktadır.
Yoksulluk: Toplumun yaklaşık yarısı asgari ücret civarında yaşamaktadır; geniş kitleler yoksulluk sınırının altında veya yakınındadır.
Kayıt dışı ekonomi: GSYH’nin dörtte birini oluşturmaktadır; bu durum hem vergi tabanını daraltmakta hem de sosyal güvenlik sistemini zayıflatmaktadır.
Büyümenin kaynağı: Üretime, tarıma, teknoloji geliştirmeye ve girişimciliğe yönelme yerine finansal araçlar, sıcak para girişleri, inşaat ve rant ekonomisi büyümenin temel kaynaklarıdır.
Gelişmekte Olan Ülkelerde Yüksek Büyüme Paradoksu
Gelişmiş ekonomilere sahip birçok Batı ülkesiyle karşılaştırıldığında, bazı gelişmekte olan ülkelerde görülen yüksek büyüme oranlarının adaletsiz gelir dağılımı üzerine inşa edildiği ve bu nedenle halkın milli gelir artışından ve refahtan gerçek anlamda pay alamadığı gözlemlenmektedir. Bu ülkelerin ortak özellikleri arasında demokratik kurumların zayıflığı, insan haklarının ihlali, hukukun üstünlüğünün gözetilmemesi, sosyal adaletsizliklerin derinleşmesi ve eğitimin ihmal edilmesi yer almaktadır. Toplumun nitelikli bir yaşam sürdürebilmesi için temel teşkil eden bu evrensel değerlerin göz ardı edilmesi, ekonomik büyümenin gerçekte millet için ne anlam ifade ettiğini tartışmalı hale getirmektedir.
Niceliksel olarak yüksek büyüme oranlarının sağlandığı siyasi rejimlerde toplumsal yapının dinsel, etnik veya sınıfsal temellerde katmanlara ayrıldığı, özgür birey, eşit yurttaş olarak var olmalarının istenmediği ve demokratik taleplerinin baskılandığı görülmektedir. Bu bağlamda, baskılanan ücretlerin, artan yoksullaşmanın ve adil gelir dağılımı yerine servetin bir avuç zengine, oligarklara veya rejimin meşruiyetini sağlayan yapılara aktarılmasının, söz konusu “yüksek büyüme” oranlarının esas kaynağını oluşturduğu dikkat çekmektedir. Katma değeri yüksek üretim ekonomisine, döviz kazandırıcı ihracata, ileri teknoloji geliştirilmesine, nitelikli istihdam yaratılmasına, inovasyon ve girişimciliğe dayanmayan bir büyüme; gelir eşitsizliği, yoksulluk, ücretlerin enflasyon karşısında erimesi ve kayıt dışı ekonominin genişlemesi gibi sorunları beraberinde getirmektedir. Bu tür ekonomik modellerde üretime dayalı sürdürülebilir kalkınma yerine, kısa vadeli rant arayışları, sıcak para girişleri ve faiz odaklı ekonomik faaliyetler ön plana çıkmaktadır. Bir taraftan abartılı ekonomik büyüme rakamları ve refah arasındaki kopukluğu tartışırken, aynı zamanda bu kopukluğun kitleler nezdinde nasıl görünmez kılındığını rasyonel cehalet, mutlu cehalet, post-truth ve propaganda etkisi kavramları çerçevesinde kısaca ele almakta fayda vardır.
Algı, Cehalet Sosyolojisi ve Yönetimi
Rasyonel Cehalet (Rational Ignorance): Anthony Downs’un geliştirdiği bu kavram, bireylerin bilgi edinmenin maliyetini (zaman, çaba, zihinsel enerji) yüksek bulup kolay ve eğlenceli bilgilere yönelmesini açıklar. Ekonomik büyüme rakamlarının medyada sürekli vurgulanması, halkın karmaşık gelir dağılımı ve refah göstergelerini araştırma motivasyonunu zayıflatır. Böylece insanlar, “büyüme var = refah var” gibi basit ama yanıltıcı çıkarımları kabul etmeye eğilimlidir.
Mutlu Cehalet / Bilinçli Kandırılma (Willful Ignorance / Blissful Ignorance): Bireyler, gerçeği öğrenmenin kendilerini mutsuz edeceği düşüncesiyle yanlış veya çarpıtılmış bilgilere inanmayı tercih edebilirler. Artan yoksulluk, işsizlik ya da gelir eşitsizliği yerine büyüme rakamlarının başarı olarak sunulması, toplumsal moral açısından “rahatlatıcı” bir anlatı işlevi görür.
Post-truth (Gerçek-ötesi): Oxford’un 2016’da yılın kelimesi seçtiği “post-truth”, gerçeklerin, duygular ve inançlar karşısında etkisiz kaldığı durumu tanımlar. Büyüme söylemi, rasyonel verilerden çok “ milli başarı, istikrar” gibi duygusal temalara yaslanarak toplumsal kabul görmektedir.
Kitlelerin İradesizliği ve Propaganda Etkisi: Walter Lippmann’ın “psödogerçeklik” kavramı ve Edward Bernays’in propaganda analizleri, kitlelerin imajlara gerçeğe kıyasla daha fazla bağlandığını gösterir. Medya ve siyaset, büyüme rakamlarını “başarı hikâyesi” olarak sunarken, işsizlik, yoksulluk ve gelir adaletsizliği ‘görünmez’ kılınmaktadır.
Yüksek büyüme – yüksek eşitsizlik: Büyüme oranlarının yüksek olmasına rağmen refahın adil paylaşılmadığını göstermektedir (Hindistan, Pakistan, Latin Amerika ve Afrika örnekleri). Düşük büyüme – yüksek refah: Avrupa genelinde düşük büyüme oranları söz konusudur, sosyal devlet mekanizmaları sayesinde kapsayıcı ve sürdürülebilir refah sağlamaktadır.
Sonuç
Ekonomik büyüme oranları, tek başına toplumsal refahı açıklamakta yetersizdir. Abartılı büyüme rakamları açıklanan ülkelerde büyümenin, geniş kitleler pahasına azınlık sermaye çevrelerine aktarılan bir rant mekanizması olarak işlediği açıkça görülmektedir. Ancak bu gerçeğin toplumda kabul görmemesi, büyük ölçüde rasyonel cehalet, mutlu cehalet, post-truth siyaset ve propaganda etkisi ile mümkündür. Dolayısıyla iktisadi analizlerde asıl sorulması gereken soru “ne kadar büyüdük?” değil; “bu büyüme kimler için, nasıl bölüşülüyor ve hangi toplumsal maliyetlerle sağlanıyor?” sorusudur. Büyümenin niteliğini sorgulamayan, sadece büyüklüğüne odaklanan ülkelerde refahın tabana yayılması mümkün olmadığı gibi, ekonomik ve sosyal istikrarsızlık riskleri de giderek artmaktadır.